Yoga kişinin kendini keşfetmesine yardıcı olan en kadim yöntemdir. Kişinin yaşama amacına baktığımız zaman, bu amacın temelde mutluluk olduğunu görürüz. Kişi tüm hayatı boyunca mutlu olmak için çabalar. Bu mutluluğu kişi öncelikle – tüm toplumun ve kültürün bizi yönlendirmesi sonucu- öncelikle dışarıda arar. Bu tıpkı hepinizin bildiğine inandığım ihtiyar kadın hikayesindeki gibidir. Bilmeyenler için tekraralayalım:
Yaşlı bir kadın bir gün iğnesini kaybeder ve küçük ve eski kulübesinin dışındaki küçük bahçede yana yakıla iğnesini aramaya başlar. Ama iğne küçüktür ve tüm çabasına karşın iğneyi bulamaz. O sırada, yoldan geçmekte olan genç bir kişi ihtiyara yardım etmek ister ve ne aradığını sorar. İhtiyar kadın “iğnemi düşürdüm onu arıyorum” deyince ikisi birlikte aramaya başlarlar, ama yine çabaları bir netice vermez ve iğneyi bulamazlar. Bunun üzerine delikanlı işlerini kolaylaştıracağını düşünerek, ihtiyara iğneyi bahçenin hangi bölümünde düşürdüğünü sorar. Amacı özellikle o bölümü araştırmaktır. Ancak ihtiyar kadın şu cevabı verir: “İğneyi bahçede değil, evin içinde düşürdüm.” Delikanlı iyice şaşırmıştır, “o halde neden bahçeyi araştırmaktasın, iğne bahçede olamaz ki” der. İhtiyar kadın şöyle yanıt verir: “Evet ama benim gözlerim pek iyi görmez ve kulübenin içi çok karanlık. Bu nedenle aydınlık olan bahçede arıyorum düşürdüğüm iğneyi.”...
Şimdi bu hikayede çok güzel bir noktaya değinilmektedir, kişi sadece aydınlık yani “bilinen” olduğu için mutluluğu dışarıda arayabilir ancak kaybettiği mutluluk dışsal değil içsel olduğundan çabaları sonuç vermemektedir. Bunun sebebini Sri Krişna Bhagavat Gita’da şu sözlerle açıklamaktadır:
“Kişi nesneleri düşündüğünde, bunlara karşı bir bağımlılık ortaya çıkar; bağımlılıktan arzu doğar; arzudan öfke doğar. Öfkeden yanılgı gelir; yanılgıdan aklın yitimi; aklın yitiminden ayrım kabiliyetinin çöküşü gelir; ayrım kabiliyetinin yok oluşuyla kişi mahvolur.” (2. Bölüm, vecize 62-63)
Dışsal olan duyu nesneleri tıpkı Sri Krişna’nın söylediği gibi gelip geçici bir huzur verir, kişi bir duyu-nesnesine yani elde etmek istediği bir şeyi elde ettiği zaman bir süre sonra o şeyden hevesi geçecektir, eğer o şeyi elde edemezse de, bu durumda öfke ve keder içerisinde boğulacak ve yine böylece mutlu olması mümkün olmayacaktır.
Çok karşılaşılan bir durum olduğundan örneği arabalardan verelim; diyelim ki bir arabanız olmasını çok istiyorsunuz, uzun bir süre araba ilanlarına baktınız, model ve markaları kıyasladınız ve sonunda istediğiniz arabayı aldınız. Bu arabayı elde ettiğiniz an sonsuz bir mutluluk duydunuz sanki size dünyaları verdiler. Ne zamana kadar bu şekilde mutlu hissedersiniz – aslında arabaya sahip olduğunuz an tatmin olmuşsunuzdur, artık o andan itibaren tatmin duygunuz -100’ü tam tatmin olarak alırsak- 100’den sıfıra doğru yavaş yavaş (ya da kişiye bağlı olarak) hızla düşmeye başlar. Örneğin, arabanız eskimeye, ya da yeni bir model piyasaya çıkınca ya da en yakın arkadaşınız daha iyi bir araba alınca(!), artık elinizdeki araba size eskisi kadar ilgi çekici gelmemeye başlar. Artık istediğiniz o gazetede ya da arkadaşınızda gördüğünüz yeni arabadır ve aynı döngü tekrardan başlar...
İşte mutluluğu dışarıda arayanlar, mutlu olmak için kendilerini mutlu eden şeyi belli aralıklarla tekrar etmesi gereklidir, hatta ve hatta hep daha iyisiyle tekrar etmek o kişiyi mutlu edecektir – yani aynı arabanın farklı bir rengini satın almak daha önce hissettiği mutluluğu yaşatmayacak, aksine aynı mutluluğu tekrar yaşamak için, daha fazlası –örneğin yeni bir model veya yeni özellikler de- gerekecektir. Bu yeni model arabanın alınamaması durumunda, bu o kişide öfke duygusunu açığa çıkaracak ve Sri Krişna’nın bahsettiği döngüye sokacaktır. İşte, bu nedenle yoga, kişinin duyularını dizginlemesini ve mutluluğu kendi içerisinde aramasını tavsiye etmektedir... (Ancak, duyuların dizginlenmesi, duyuların bastırılması demek değildir, bu konuyu da başka bir sayıya bırakalım.)
Peki bu durumda çok yerinde olarak şu soruyu sorabilirsiniz: Dışsal mutluluğa neden olan şey nedir? Tutarlı olması açısından bu soruyu yine aynı kişi, Sri Krişna’nın yine Bhagavat Gita’dan verdiği cevabı okuyarak inceleyelim:
“Etki ve tepki üretiminde, Doğa'nın (maddenin) etki olduğu söylenir; zevk ve acı deneyiminde (bireysel) ruh'un etki olduğu söylenir.” (13. Bölüm, vecize 21)
Sri Krişna burada bize şu mesajı vermektedir, kişinin karşısına doğa bir çok etki çıkarmaktadır, bugün araba yarın ev, öbür gün başka bir şey. Bu son derece normaldir. Doğayı kontrol etmek, bizim gibi sıradan insanlar için mümkün olmadığından doğanın bize gönderdiği etkileşimlere bir dur demek mümkün değildir. Ancak bizim yapabileceğimiz de bir şeyler var, bunu Sri Krişna şöyle açıklıyor: “Zevk ve acı deneyiminde Ruh’un “etki” olduğu söylenir.” Eğer benim zevk ve acıyı deneyimlemem içsel bir durum ise, işte ben bunu değiştirebilirim, çünkü bu benim değiştirebileceğim bir şeydir!
Peki bu nasıl başarılır? Kişinin kendini dizginlemesi yolu ile. Kişinin kendini dizginlemesi demek, tüm dünyadan vazgeçmesi demek değildir, kişinin kendini dizginlemesi demek dünyaya donuk gözlerle bakması ve yaşamdan vazgeçerek bitkisel hayata geçmesi demek değildir. Kişinin kendini dizginlemesi demek, dünyaya bakış açısını değiştirmesi demektir; yani isterse araba alması ama döngünün başlangıç noktası olan “bağımlılık”ı kırması demektir, arkadaşı araba aldığı zaman, kıskançlık duymaktan vazgeçip onun için mutlu olmayı öğrenmesi demektir vs. vs.
İşte bunu başaran bir kişi, doğa ona ne gönderirse göndersin, acı ve zevk duygusuna esir düşmeden, olaylara çok daha geniş bir perspektifle bakabilecek ve doğadan gelen her şeyi bir hediye olarak kabul ederek, halinden memnun olmayı (santoşa) ve gelen herşeye gülümsemeyi başarabilecektir. İşte bu kişi gerçekten mutlu olan kişidir, çünkü bu kişinin mutluluğu hiç bir şeye – bir şeyleri elde etmesine, vs- ya da hiç kimseye bağlı değildir, işte bu kişi artık kendini bilen bir kişidir. Kişi eğer bunu yapabilirse, dünya içinde olduğu halde, dünyadan olmayacak, yaptığı hiç bir şey kendisini bağlamayacaktır.
Bu yazıyı bu aralar sohbetlerde çok kullandığım küçük bir hikaye ile bitirelim:
Bir dilenci üstü başı dökük bir halde bir sandığın üstünde oturmakta ve dilenmektedir. Yoldan geçen bir kişi bu dilenciyi bir iki gün aynı noktada görünce ona para vermeye başlar ve bir süre sonra aralarında bir yakınlık doğar ve sohbet etmeye başlarlar. Yabancı dilenciye laf arasında şöyle sorar: “Kuzum, merak ettim, şu üstünde oturduğun sandığın içinde ne var?” Dilenci ağzı açlıktan kokarak şöyle cevap verir: “Bilmem, hiç açıp bakmadım ama bu sandık bana annemden kaldı ve ben kendimi bildim bileli hep bu sandık benimledir.” Bunun üzerine yabancının ısrarı ile sandık açılır ve herkes şaşırır, çünkü onca sene dilencinin üstünde oturup dilendiği sandık tepeleme altınla doludur.
Bu sandık her birimizde var. Artık, bu içsel sandığı açma ve kendi gerçek hazinemizi ortaya çıkarma zamanı gelmedi mi, ne dersiniz?
Selamlar,
Anu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder